En Sıcak Konular
Taraf
Ahmet Altan
0 0 0000
Bir gezin bakalım Anadolu’yu...
Benim çocukluğumda hayali bir Anadolu vardı.
“Gitmediğimiz, görmediğimiz ama bizim olan köyler” yeşillikler içindeki cennetler gibi anlatılırdı, şiirler yazılır, şarkılar söylenirdi.
Anlatılanların, gerçekle bir ilgisi yoktu.
Tezekten evler, daracık çamurlu sokaklar, elektriksiz, susuz, bakımsız köyler ve büyük bir sefalet yayılmıştı Anadolu’ya.
Osmanlı’nın bir mezbelelik olarak bıraktığı Anadolu, ağır bir yük gibi yıkılmıştı Cumhuriyet’in üzerine.
Dünyayı sarsan büyük kriz, içe kapalı bir ekonomi, yetersiz kadrolar, bir türlü yapılamayan sermaye birikimi ile düzeltmeye zaten imkân olmayan Anadolu’yu biz de hamasi şiirler ve nutuklarla hayali bir güzelliğe kavuşturmaya çalışmıştık.
Ve, doğrusu gerçeği görmek de pek istememiştik.
Mahmut Makal, “Bizim Köy” kitabıyla gerçekleri ilk kez anlatmaya kalktığında onu doğduğuna pişman etmiştik.
Gerçeklerden korktuğumuz için “yalana” âşık olmuştuk çünkü.
Yarattığımız hayali Anadolu’nun gerçek yüzü görünsün istemiyorduk.
Geçen hafta, İstanbul, Ankara, Kayseri, Nevşehir, Aksaray, Konya, Beyşehir, Isparta, Antalya, Denizli, Balıkesir, Bursa üzerinden hızlı bir tur yaptım.
Sevinçli bir şaşkınlık yaşadım.
İşte şimdi Anadolu, benim çocukluğumda bağıra bağıra okuduğumuz şiirlere benziyordu gerçekten.
İstanbul’da bile eşini görmediğim büyük, geniş caddelerle, yeşil parklarla, meydanlarla şehirler bir mucizenin ışıklarına dokunmuştu.
Bazen kenarından, bazen içinden geçtiğim köyler ise suluboya resimleri andırıyordu, uzun kavak ağaçları, söğütler, asfalt yollar, ışıklı pencereler, ince minareli minik camiler, çimlere yayılmış kır lokantaları...
O eski yoksulluktan eser yoktu.
Zorluklar, dertler, her zaman olacak günlük sıkıntılar vardı elbet ama Anadolu artık o eski Anadolu değildi.
Turgut Özal’la birlikte dünyaya açılan Türkiye bunun karşılığını almış görünüyordu.
Bu bölgelerde üretim ve ihracat patlamıştı.
Buralarda “muhafazakâr” hayat anlayışı değişmemişti ama bütün şehirlerde gecenin saat on birinde sokaklarda gezen türbanlı ve türbansız yalnız kadınlara rastladım, hiç rahatsız edilmeden dolaşıyorlardı.
Kadınlar her yerdeydi.
Henüz erkeklerle birlikte lokantalarda yemek yemiyorlar, kadın erkek birlikteliğinin şenliğinden yararlanmıyorlardı ama artık hayatın her yüzünde onların görüntüsü vardı.
İstanbul gazetelerinin varlığından bile haberdar olmadığı, Ankara bürokratlarının hayal bile edemeyeceği bir Anadolu şekillenmişti.
Ankara ve İstanbul’a kıyasla çok daha huzurluydular.
Türban kavgalarını da, parti kapatmaları da anlamıyorlardı.
“Türban” savaşlarına yol açtığı için AKP’ye sitem ederken, parti kapatmaya kalkan bürokratlara da öfkeliydiler.
Hayatın doğal seyrinde akıp gitmesini istiyorlardı.
Bilmiyorum ne kadar doğru bir gözlem benimki ama 27 Nisan muhtırasından sonra Anadolu’da gördüğüm AKP ile halk arasındaki o “ruhsal bütünleşmeyi” bu sefer o günlerdeki kadar kuvvetli görmedim... Belki yanılıyorum ama “jestlerle” siyaset yapılmasını istemiyorlar gibi geldi bana.
Anadolu’dan bakıldığında İstanbul ve Ankara fevkalade yapay, anlamsız, hayatın gerçeklerinden uzak, gergin iki şehir gibi gözüküyor.
Buralarda iktidar kavgaları yapan güçler, Anadolu’daki ahaliyi çoktan kaybetmişler.
Kuru bir “laiklik” bağırtısını siyaset sanan CHP zaten yok olup gitmiş buralarda, yeni projeler üretmezse ulusal bir parti olmaktan hızla çıkıp bir “bölge partisine” dönecek, hatta dönmüş bile.
AKP’nin geleceği de garanti değil bence.
Eğer Anadolu’nun asıl zenginliğini sağlayan ihracatı besleyecek taze politikalar bulamazsa, dünyayla Türkiye’nin bağlarını kuvvetlendirmezse, bu yeni zenginliği daha artıracak yollar açmazsa, “dinden ve muhafazakârlıktan” beslenmeye çalışırsa yakında o da küçülür gider.
Anadolu dindar ve muhafazakâr ama unutmayın ki AKP’den çok daha fazla “din” vurgusu yapan, muhafazakârlığı çok daha kuvvetli olan Selamet Partisi’nin buralarda esamisi okunmuyor.
Çünkü bu büyük dönüşümü daha da ileri götüreceğine insanları inandırmayan hiçbir partiyle ilgilenmiyorlar.
Ben iki ay önce de Güneydoğu’yu dolaştım.
Asıl sorun orada.
Devletin insafsız ayrımcılığı, otuz yıldır süren savaş, yakılan köyler nedeniyle patlayan iç göç, işsizlik, yerel Kürt politikacıların asıl işlerinden ziyade bir tür Kürt CHP’si gibi yalnızca siyasete abanması buraları çok geri bırakmış.
Türkiye, sadece siyasetle, sadece savaşla, sadece baskıyla o bölgeyi elinde tutamaz.
Diyarbakır’ı Konya, Mardin’i Kayseri düzeyine nasıl çıkartacağını bu ülke düşünmek zorunda.
Orta Anadolu’yu, Ege’yi, Güneydoğu’yu gezdiğinizde Güneydoğu’nun nasıl vahşice geri bırakıldığını görüyorsunuz.
Ankara bürokratlarıyla, İstanbul medyası Anadolu’yu hala o eski “sömürge”, kendilerini de “sömürge valisi” sanıyorlarsa...
Gidip Anadolu’yu bir gezsinler.
Oraları gördükten sonra bakalım hâlâ aynı anlamsızlıkları sürdürebilecekler mi....
Bu yazı 1,166 defa okundu.
Diğer köşe yazıları
Tüm Yazılar
-
19 Ağustos 2009
Mafya, TÜSİAD, Türkiye...
-
3 Ekim 2008
Korkmalı mıyız?
-
16 Ağustos 2008
Yavaşlık
-
14 Ağustos 2008
Ne oldu şimdi?
-
12 Ağustos 2008
Ayıklamak
-
30 Temmuz 2008
Dışarıda kim kaldı?
-
18 Temmuz 2008
Yalanlar, gerçekler, sorular...
-
16 Temmuz 2008
Çete
-
14 Temmuz 2008
Emine
-
12 Temmuz 2008
Dindarlar ve demokrasi...
-
5 Temmuz 2008
Darbe ve medya
-
28 Haziran 2008
Solculuk ve dindarlık, zavallılık mıdır?
-
27 Haziran 2008
Bir darbe yandaşı
-
26 Haziran 2008
Travma
-
21 Haziran 2008
'Düşman değiliz be paşalar'
-
13 Haziran 2008
Yeni sorun ihtiyacı...
-
12 Haziran 2008
Anlamak için...
-
2 Haziran 2008
Altınların parlaklığı...
-
1 Haziran 2008
Fırsatçılık ve pusu
-
28 Mayıs 2008
Her Türk asker doğar
Yazarlar
-
Mühürdar
-
Behiç Karahisarlı
-
Fahri Güven
-
Murat Bardakçı
-
Avni Özgürel
-
Mehmet Şevket Eygi
-
Muharrem Coşkun
Yorumlar
+ Yorum Ekle