En Sıcak Konular

Yusuf Kaplan
Yeni Şafak

Yusuf Kaplan
0 0 0000

Neden "reformasyon" değil de, deformasyon?



Bu dünyaya söyleyeceğiniz bir çift lafınız yoksa, bu dünyada yaşamanızın da anlamı yoktur. Bu dünyaya sunduğunuz bir iddianız yoksa, bu dünyada yaşadığınızı söyleyemezsiniz.

Eğer siz bu dünyaya bir şey söyleyemiyor, esaslı bir iddia sunamıyorsanız, yaşadığınız dünya, sizin kurduğunuz bir dünya değildir; siz, sadece başkalarının dünyalarında yaşıyorsunuz, daha doğrusu yaşadığınızı zannediyorsunuz demektir.

Bu durum, sizin zamanın dışına düştüğünüz; zamana hâkim olan zamanın ruhu tarafından sürüklendiğiniz anlamına gelir. Dolayısıyla, bu durumda, siz, zamana, tarihe, tarihin seyrüseferine şekil veremiyorsunuz; aksine, zaman, tarih, tarihin seyrüseferi size şekil veriyor demektir.

Hâl böyle olunca, tarihte tatile çıktığınıza hükmedilir sizin. Tarih ve zaman, hükmeder size; tarihe ve zamana şekil verenler, ruh verenler, hükmedenler hükmeder size.

İddiası olmayan toplumlar ve insanlar toplum ve insan olma özelliklerini de yitirirler zamanla. Soytarılaşırlar. Oysa soytarılaşmak, kaçınılmaz olarak soysuzlaşmayı ve yozlaşmayı da beraberinde getirir.

Soytarılar, hayatı sirkten ibaret zannederler ve zamanla hayatı da sirke dönüştürürler. İnsana, dünyaya, hayata sahte darbe fırçalarıyla çizilen ayartıcı renklerle, körleştirici ve köleleştirici oyunlarla çeki düzen vermeye çalışırlar.

Ama soytarının dünyası, hayalî bir dünyadır. Dünyayı soytarının ayartıcı, gözboyayıcı, şaşırtıcı hayalî dünyasından ibaret zannedenler, gerçek dünyaya da, gerçek hayata da, gerçek insana da yabancılaşırlar, duyarsızlaşırlar.

O yüzden, gerçeklerden korkarlar ve kaçarlar. Kendilerinden korkarlar ve kaçarlar. Hayattan korkarlar ve kaçarlar. Çünkü onların gerçekleri de, dünyaları da, hayatları da, kendileri de yoktur; sahtedir ve sathîdir.

Soytarıların gerçek/lik duyguları, zaman duyguları, tarih duyguları, ben-idrakleri olmadığı için soytarılar, gerçeklerle yüzleşemezler; zamanın ruhuna teslim olur ve zamanın ruhu tarafından yutulmaya razı olurlar; böylelikle zamanın ruhu tarafından teslim alınırlar.

Zamanın ruhunu kavrayamayan ve zamanın ruhuna müdahale edemeyen insanlar ve toplumlar, soytarılaşmaktan, dolayısıyla soysuzlaşmaktan ve yozlaşmaktan kurtulamazlar.

Zamanın ruhuna müdahale edebilmenin yolu, norm sahibi olabilmekten, bu dünyaya norm koyabilmekten geçer. Norm, ne kadar asil, soylu, köklü, yani yaratıcı ruhu ve kurucu iradesi olan bir norm'sa, esaslı formlar üretebilir ancak.

Meselenin püf noktası şurası: Norm, asıldır; asıl olduğu için de asildir; asalet sahibidir; yani orjinal'dir. Aslolan aslın önce hayat bulabilmesini, sonra da hayat olabilmesini, hayatın kendisi olabilmesini mümkün kılabilmektir.

İslâm'ın aslî hakîkati, Mekke'de hayat bulmuş; teker teker insanlara yaratıcı bir ruh üflemiş; Medîne'de ise hayat olmuş, hayatın kendisi olmuş topluma kurucu bir irade bahşetmiştir.

Bir medeniyet tasavvuru fikri çerçevesinde ve bizim medeniyet dilimizle söylemek gerekirse, Norm, Asıl'dır; Form ise Usûl'dür. Norm / Asıl, dil'dir; form / usûl ise bir üst dil'dir.

Dolayısıyla Kur'ân, Asıl'dır / Norm'dur; Hz. Peygamber (sav), Usûl'dür / "Form"dur. Başka bir ifadeyle, Kur'ân, bize, bir medeniyetin yaratıcı ruhunu oluşturan asl'ı / norm'u verir; Hz. Peygamber ise, bir medeniyetin kurucu iradesini oluşturan usûl'ü / form'u sunar.

Usûl'ü / form'u veren şey, asıl / norm'dur. Wittgenstein, "etik ve estetik bir ve aynı şeylerdir" demişti. Benim geliştirdiğim tasavvurda, etik, asl'a / norm'a; estetik, form'a / usûl'e tekabül eder.

Yani asıl'la usûl, norm'la form, etik'le estetik birbiriyle kopmaz bir ilişki içindedir. Asıl yoksa usûl de yoktur; norm yoksa, form da yoktur; etik yoksa, estetik de yoktur. Ancak burada asıl yakıcı nokta şu: Hz. Peygamber olmadan Kur'ân anlaşılamaz; kelle sayısı kadar Kur'ân çıkar ortaya. Usûl / form olmadan, asıl / norm, varolamaz.

Her norm, kendi formlarını üretir. Kendi normlarını yitirmiş bir toplum, bakalarının formlarını ödünç aldığında onları da deforme eder. Ama kendi normlarından yola çıkan bir toplum, başkalarından aldığı form'ları re-forme edebilir; yani yeniden şekillendirerek dönüştürebilir ve kendine maledebilir. Sinemada, Afrikalılar, Latin Amerikalılar, Çinliler, İranlılar, kendi normlarından yola çıktıkları için, başka bir kültüre ait bir form olan sinema'yı re-forme edebilmişler ve dünyaya özgün film dilleri armağan edebilmişlerdir. Ama kendi normlarını / yaratıcı ruhunu kavrayamayan Türk sinemacıları, Batılı bir form olan sinemayı reforme edememişler, sadece deforme etmişlerdir. Bu sadece sinema için değil, bütün kültür-sanat hayatımız, düşünce hayatımız için de aynen geçerlidir.

Sözün özü, eğer iddialarınız yoksa, yok edilmeye çalışılıyorsa, norm koyamazsınız; başkalarının formlarını da re-forme edemezsiniz; dolayısıyla yokolmaktan, soytarılaşmaktan ve sürekli deformasyonlar üretmekten, sonuçta kendi kendinizi sömürgeleştirmekten kurtulamazsınız.

ÖZÜR: Ekşi Sözlük'le ilgili yayımladığım tekzip metninde, 4-5 harf hatası olmuş. Tekzip yayımlamak bir yazar için en zor işlerden biridir. Özen göstermeme rağmen böyle bir şey oldu. Bu yanlışlıktan ötürü okuyuculardan özür diliyorum.



Bu yazı 1,367 defa okundu.






Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.





    Diğer köşe yazıları

     Tüm Yazılar 
    • 28 Temmuz 2008 Ergenekon'la “dolmuşa bindirilmediğimizden” emin miyiz?
    • 21 Temmuz 2008 Televizyonu dönüştürmek ve dil kurmak
    • 14 Temmuz 2008 Medya, nasıl seküler 'kilise'lere dönüştü?
    • 27 Haziran 2008 Travma ve yok oluş süreci
    • 27 Haziran 2008 Travma ve yok oluş süreci
    • 26 Mayıs 2008 Küresel İngiliz hâkimiyetine doğru (mu?)
    • 19 Mayıs 2008 İngilizlere dikkat!
    • 28 Nisan 2008 Laikçilik zırhıyla Türkiye'yi satıyorlar!
    • 25 Nisan 2008 Medeniyet yoksa, medîne de, din de yok olur
    • 18 Nisan 2008 Peygamberî çağ/rı
    • 24 Mart 2008 Çağa tanıklık, peygamberî soluk ve öncü varoluş kuşağı (2)
    • 17 Mart 2008 Türkiye bağımsızsa, Türkiye'yi bağlayan şey ne öyleyse?
    • 14 Mart 2008 Yalıtılmış masal perdesinden ruhsuz heykeller yapmak
    • 10 Mart 2008 "32. Gün"ün yaptığı şey televizyonculuk mu?
    • 3 Mart 2008 Aydınlanma mı dediniz? Peki, nerede Kant'ınız, Diderot'nuz, Voltaire'iniz?
    • 25 Şubat 2008 Kurumları kezzapladık, şimdi sıra insanlarda mı?
    • 18 Şubat 2008 Konya modeli
    • 15 Şubat 2008 Türkiye neden durdurulmalı; ama durdurulamaz?
    • 11 Şubat 2008 'Medya terörü' derhal durdurulmalı!
    • 4 Şubat 2008 21. yüzyılı "Türkiye" başlatacak...

    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    8,426 µs